Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

8 Ocak 2011 Cumartesi

ZÜLFÜ LİVANELİ


Akort Dergisi Kasım-Aralık / 2006

“HEP ÖNDE OLAYIM DİYEMEM
                                                     GENÇLERE AYIP OLUR”  

35 yıllık sanat hayatına 300 beste, 35 film müziği, birçok kitap ve konser sığdırdı Zülfü Livaneli.  Her ne kadar müziği bıraktığını söylese de “Müzik bitmez, insanın içinde bir şarkı varsa o hep devam edecektir…” diyen sanatçıyla samimi ve çarpıcı açıklamaların yer aldığı bir sohbet yaptık. Livaneli bir anlamda AKORT’a içini döktü.

“Leylim Ley”, “Belalım”, “Karlı Kayın Ormanı” , “Sevda Değil” gibi birçok beste ve sözünü geniş kitlelerle buluşturmayı başarmış bir müzik adamı Zülfü Livaneli…30 yıl önce yazdığı şarkıları hala dinleniyor, hala seviliyor… Coşku dolu geçen konserlerinde genç, yaşlı demeden bir halk korosu oluşuyor ve hep bir ağızdan Livaneli şarkıları söylenmeye başlıyor. Gençlerin şarkılarını söylemesinden çok etkilenen usta sanatçı,  “Şarkılarım; 70, 80 ve 90’lı yıllarda devam etti. Şimdi de gençler söylüyor. Demek ki bu sesinizle yaptığınız bir şey değil, besteleriniz daha kalıcı oluyor.” diyerek ifade ediyor mutluluğunu…
Müzisyenliğinin yanı sıra; aynı zamanda yazar, yönetmen ve politikacı olan Livaneli’nin duyguları müziğiyle, düşünceleri ise edebiyat ile dilleniyor… Kendi tabiriyle edebiyat, şiir ve müzik arasında bir köprü kuruyor. Çok yönlü işlevleriyle bir kitle sanatçısı olan Zülfü Livaneli ile geniş bir söyleşi yaptık, sorularımıza çok samimi cevaplar aldık. İşte her satırıyla önemli bulduğumuz röportajımız.

35. sanat yılınızı kutladığınız gece, “Konserlerimde her zaman heyecanlanırım ama bu sefer çok daha farklı bir heyecan yaşıyorum” dediniz. Neydi tam olarak hissettikleriniz?
Osmanlıların bir sözü vardır. “Marifet iltifata tabidir”. Yani, bir marifet göstermek, övgü almaya bağladır. Bu çok önemli bir şeydir. Çünkü, sanatçılar hangi alanda olursa olsun yalnız müzik değil hem kendilerini ifade etmek, içlerindeki birikimleri paylaşmak hem de bunun taktir görmesi için yaparlar. Dünyanın kuralı budur. 35 yıl içinde bu parçaları, besteleri elbette önce kendi halkımız sonrada dünya halkları beğensin diye yaptık bütün besteciler gibi. Kuruçeşme Arena’da tüm bunların ödülünü alır gibi oldum. Daha önce büyük konserler yapmıştık, halkımızla buluşmuştu şarkılarımız. Bunların hepsi sevindirici şeyler. Ama o akşam sanki toplu olarak hem kendi sektörümüz, kendi müzisyen arkadaşlarımız hem de basının ve Türkiye’nin gözü önünde bu parçaların bir toplu değerlendirilmesi oldu ve Türkiye’de bizim hayatımızda bir yer tuttuğu görüldü. Daha sonra birçok gazetenin genel yayın yönetmeni arkadaş aradı ve dediler ki: “Bunları toplu olarak dinlediğimiz zaman gördük ki, hayatımız bunlarla geçmiş.” Tabi, insanın kendi sektörü tarafından değerlendirilmesi çok önemlidir. Bir romancıyı diğer romancıların değerlendirmesi, bir müzisyenin diğer müzisyenler tarafından değerlendirilmesi gibi. Çünkü en çok onlar bilir bu işi. Büyük bir heyecanla da bu şarkılar söylendi. Bu, bizde bir insana öldükten sonra bile zor yapılan bir şey, yaşarken bunu görmek çok güzel. O bakımdan sahiden heyecanlandım.

Sanat hayatında geçirilen 35 yıl sizde ne gibi izler bıraktı?
Bu 35 yıl, Türkiye’nin de çok çalkantılı 35 yılına tekabül ediyor. Askeri darbeler, iç savaş girişimleri, kamplaşmalar, sol sağ çatışmaları aslında tüm bunlar hayatlarımızı çok etkiledi. Ama benim parçalarım toplumun akışıyla, toplumun gidişiyle ilgili olduğu için acı tatlı anılar birikti. Benim o akşam söylenen şarkılarımın insanoğlunun daha insanca bir yaşama, daha ufka açık bir yaşama ve deyimi yerindeyse daha hümanist bir kavrayışa götürdüğü açık. Ama bu her zaman böyle algılanmadı. İnsanlar, o kamplaşma içinde bu parçaları militan parçalar olarak algılamak yanılgısına düştüler. Ben Nazım Hikmet bestelemekten onur ve gurur duyarım. Çok Nazım besteledim ama kolay bir bedel ödemedim bunun için. TRT yasakları, her darbe gelince herhangi bir yasaklama kararı olmadan plakçıların bunları tezgah altına itmesi, beni gayri meşru insan ilan etmeleri bunlar kolay şeyler değildi. Şimdi geçmişe bakınca biraz gülünç geliyor. “Leylim Ley” ile niye uğraştılar bu kadar, niye “Leylim Ley” dinleyen çocukları yurtlardan aldılar, niye “Karlı Kayın” söyleyen insanları nezarethanelere attılar? Bunları anlamak mümkün değil. Bugün görüyorsunuz; Ajda Pekkan söylüyor, Türkiye’nin sanatçıları söylüyor. İlginç bir şey bu. Geçen gün Can Dündar çok güzel yazmıştı. “O darbeleri yapanlar şimdi nerde, o parçaları yapanlar şimdi nerde?” Demek ki bir ulusun türkülerini yapanlar yasalarını yapanlardan daha güçlüdür sözü doğrulanmış oldu.

Bu siyasal kargaşada şarkılarınızı kitlelere ulaştırmayı nasıl başardınız?
Bilemiyorum. Onun başarılması çok zordu. O zamanın tek yayın organı TRT, bunu vermiyordu. Basın, benimle ilgili kötü haberler yapıyordu. Hatta yurt dışında yaşadığım yıllarda çok acayip bir canavar ortaya çıkarıyorlardı. Astığı astık, kestiği kestik bir adam gibi.  Ben hayatımda böyle bir adam da olmadım. Kültürün ve müziğin politik pencerelerden çok daha büyük olduğunu, sanatın politika penceresinden seyredilmemesi gerektiğini ömrüm boyunca söyledim ama anlatamadım. Elbette ki sol düşünceden gelişen bir sanatçıydım hala da öyleyim. Ama solu nasıl anladığınıza bağlı. Sol, benim için eşittir hümanizm, insancıllık, demokrasi, halklar arasında kardeşlik ve kültür. Ben başından beri bunu savundum, şimdi de bunu savunuyorum ve biz haklı çıktık. O zaman bu fikirler, öcü görmüş gibi tepki çekiyordu. Mesala, 25–30 yılımı Yunanistan’la dostluğa vermişim. O zamanlar insanların tüyleri diken diken oluyordu. Ama bugün Yunanistan’la ve diğer komşu ülkelerle dostluğun doğru bir şey olduğu anlaşıldı. Bu dostluğu, ülkenizi sevdiğiniz için istiyorsunuz, başka bir şey için istemiyorsunuz ki… İkinci örnek, demokrasi. Bugün Avrupa Birliği, Kopenhang Kriterleri hep bu bizim söylediğimiz düşünce özgürlüğü… Kitaplara, yazarlara özgürlük… Bunlar benim 35 yıllık fikirlerim. Ben hiçbir şeyi değiştirmedim. Nazım Hikmet, bu ülkenin büyük bir değeridir, büyük bir şairimizdir. Orhan Veli, Melih Cevdet ve diğer şairlerimizin değerinin bilinmesi ve gereken saygının gösterilmesi gerekiyor. Bakıyorum da, bu fikirlerden hiç biri yanlış değildi ki, bunlar doğruydu. Ama o doğru fikirleri kavrayan ve benim parçalarım yoluyla meydanlarda büyük kitleler halinde bunu gösteren, benim albümlere gösterdikleri ilgiyle de bunu kanıtlayan, ufku açık insanlar diye tarif ettiğim milyonlarca insan çıktı Türkiye’de. Bu çok sevindirici. Demek ki herkes, fanatik değildi, herkes kamplara bölünmemişti. Bu ufku açık insanlar,  kaç yıldır beni desteklediler ve bugünlere getirdiler. Bu sadece benim açımdan teşekkür edilebilecek bir durum değil. Tabiî ki teşekkür ediyorum ama sadece de bununla da yetinmiyorum, Türkiye’nin onlara teşekkür etmesi lazım.

Sıkıntılı geçen İsveç yıllarının ardından Nazım şiirlerini besteleyerek müzik dünyasında bir dönüm noktası gerçekleştirdiniz. O dönemi paylaşır mısınız bizimle?
Bunlar yavaş yavaş gelişti. 1973 yılında İsveç’e gittim. 1971- 72 yılında sıkı yönetim hapishaneleri beni misafir ettiler. Tamamen haksız biçimde ama o dönemde okuma yazma bilen nerdeyse herkesi içeri koyuyorlardı. Bende yaşama ve çalışma alanım kalmadığı için İsveç’e gittim. Orada müzik gündeme geldi. Ben profesyonel müzik yapmak istemiyordum, amatör olarak müziğe devam etmek istiyordum ve Belçika’dan bir albüm teklifi geldi. Albümü yaptım, Türkiye’ye de korsan kasetler yoluyla girdi. Müthiş kitlelere ulaştı. İsveç’te de film müziği teklifleri gelmeye başladı. Bunun üzerine ben halk müziği bilgimi batı müziği ve armoni bilgisiyle birleştirmek gereğini duydum. Çok da gençtim, 20’li yaşlardaydım ve İsveç’te müzik okudum. 1973 yılında ilk albümüm “CHANTS RéVOLUTIONNAIRES TURCS- Türk Devrimci Şarkıları” Fransızca isimle çıktı. Türkiye’de hiçbir zaman yasal olarak çıkmadı, korsan kasetler olarak dağıldı. İkinci albüm 1975 yılında “Eşkıya Dünya Hükümdar Olmaz”, 1977 yılında  “Merhaba” albümü bana belli bir kitle sağladı. Aydınlar ve bu müziği keşfedenler arasında gizli bir tanınma oldu. Buraya gelip “Nazım Türküsü”nü yapınca çok daha büyük kitlelere ulaştı. 30 civarında albümüm oldu. Geriye baktığımda epey verimli bir sanat hayatım olduğunu görüyorum. Yaşam olarak büyük çalkantılar içinde geçmiş ama verim olarak bakacak olursanız; 300 şarkı bestesi, 35 film müziği, binlerce konser, kitaplar… Çok şey sığmış doğrusu…
 Müzik, Sinema, Edebiyat… Kendinizi en iyi ifade ettiğinizi düşündüğünüz alan hangisi?
Tabiî ki müzik benim vazgeçilmez ifade biçimlerimden birisi, zaten o da Türkiye’de ve dünyada görüldü. Duygularımı bestelerimle;  düşüncelerimi ise, kitapla ifade ediyorum. Zaten edebiyat ve müzik arası bir yerde durduğumu ben hep hissediyorum. Hiçbir zaman salt müzisyen olamadım. Edebiyat, şiir ve müzik arasında bir köprü kurdum.
 Müzikte yakaladığınız başarının ardından, yazarlık nasıl başladı?
Yazarlık çok eskiden başlayan bir şey, müzikten de önce başlayan bir tutku… Ama vakit aldı. Ona rağmen benim ilk hikaye kitabım “Arafat’ta Bir Çocuk” 1978 yılında yayınlandı. Ben o dönemlerden çok daha önceden beri yazıyordum. Hep Edebiyat dünyasının ve Edebiyat çevresinin içindeydim. O dönemlerde müzisyenden çok edebiyatçı olarak tanınırdım. Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Fazıl Hüsnü Dağlarca… Edebiyat çevresiydi benim çevrem.
Romanlarınız birçok dünya diline çevriliyor, Mutluluk adlı romanınız şimdi Amerika kitapevlerinde
basılacak. Bu süreç nasıl gelişti ve yurt dışında kitaplarınızın sevilmesini neye bağlıyorsunuz?
 Kitap yazmayı çok seviyorum. Türkiye ile ilgili fikirlerimi yarattığım karakterler aracılığıyla anlatabiliyorum. “Leyla’nın Evi” de örneğin ilginç bir Türkiye panoraması var. İşgal İstanbul’undan bu yana bir İstanbul romanı yazdım. Okuyucuların gösterdiği ilgi beni çok mutlu ediyor. “Mutluluk” romanım ise, tam bir fenomene dönüştü. Türkiye’de çok sevilmesinin yanı sıra tüm dünyada yayınlanmaya başlandı. Fransa’da en prestijli yayın evi Gallimard yayınladı kitabı ve Fransa’da Nisan ayının kitabı seçildi. Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’dan harika bir mektup aldım. Kitabı okumuş ve övücü bir yazı yazmış. Amerika’dan gelen tekliflerde çok olumlu. Amerika, çok büyük bir pazarı hedeflediği için bir farkı var. Oradaki yayınevleri çok büyük ve yüzlerce kişinin çalıştığı gökdelenlerde bulunuyorlar. Tanıtım harcamaları çok yüksek oluyor. Kitap, 17 Ekim’de çıktı. Daha önce çok lüks bir baskısını yaptılar ve sadece gazetecilere ve edebiyat kritiklerine gönderdiler. O kadar çok tanıtımını yaptılar ki, daha kitap çıkmadan tanınır hale getirdiler. ‘Mutluluk’la ilgili yapılan kritikler de beni çok mutlu ediyor. Diyorlar ki “ilk defa bir kitapta Türkiye’nin değişik yüzlerini görebiliyoruz.” Türkiye’yi sadece köy, töre cinayeti gibi de algılamamak lazım. Aynı zamanda kentli bir yüzü var Türkiye’nin. En az 15-20 milyon insanın yaşadığı başka bir hayat var. Çeşitli Türkiye’ler var, yaşam standardı açısından tek bir Türkiye değil. İşte bunu gösteren bir kitap olduğu için o, İstanbul yaşamı da var, Ege de var. Son olarak bir kritik geldi, Amerika’dan. “İlk defa bir roman İslam dünyasına, klişe olarak bakmamızın ötesinde orada da insanların duygularını, psikolojilerini, aşklarını, nefretlerini, düşmanlıklarını, dostluklarını bize gösteriyor tanıtıyor” diyorlar ve bu çok hoş bir şey tabi. 

Kuruçeşme gecesinde Yaşar Kemal, “Bundan sonra da Zülfü türkü söyleyecek, beste yapacak. Bunu kimse Zülfü’nün elinden alamaz. Zülfü bile…” demişti. Müzik çalışmalarınız devam edecek mi?
Müzik bitmez. İnsanın içinde bir şarkı varsa o devam edecektir. Profesyonel müzik yaşamı vardır ya, her yaz bir turne, her kış bir albüm yaparsanız, televizyon programları yaparsınız. Ben bunu bir yerde noktaladım. Benim şarkılarım 70’li, 80’li hatta 90’lı yıllarda devam etti. Şimdide görüyorum gençler yine söylüyorlar. Demek ki bu sizin sesinizle yaptığınız şey değil, besteleriniz daha kalıcı oluyor. Diğer solistler söylüyor, genç insanların kimi rock yapıyor. Benim de arzum bunların böyle devam etmesi. Şarkılarımı başkaları söylediği zaman daha çok hoşuma gidiyor. Şarkıcılıktan zevk almam. Zaten besteci olmasaydım, şarkı da söylemezdim. Tek başıma konser verdiğim zaman bile yarısını halk söylüyor. Beste yapıp vereceğim, bazı özel konserlere katılacağım ama artık sürekli müzik yaşamının içinde değilim.
 Türkiye’nin genel müzik hayatına bakışınız nedir?
Türkiye çok zengin bir müzik kaynağı. Yeni yeni fark ediliyor, müzik kaynağının ne kadar zengin olduğu. İnsanlar, etnik müzikleri keşfediyorlar. Bazı gençler bunun üzerine düşüyor. Rahmetli Kazım Koyuncu da onların arasındaydı mesala. Bu grupların çalışmaları, araştırmaları çok hoşuma gidiyor. Çünkü bende araştırma yaparak başladım. Kendi toprağından çıkan müziğin ruhunu kavrayarak yeni yaratı yapabilirsin. Yoksa Amerikan, İtalyan, Fransız müziğine ek yapılan şeyler Türkiye’de bir şey ifade etmez. Ancak benim toprağımdan çıkacak. Bu bakımdan hem olumlu gelişmeler var, hem de ticari müzik piyasası elleri havada göreyime kilitleniyor. Güm güm güm. Her yerde o davullar.  Bu büyük bir tehlike.

Bestelerinizden ilk 5 yapabilir misiniz?
Halkın da çok sevdiği yurt dışında sevilen besteler hep aynı. Bunları sayarsak; “Leylim Ley”, “Karlı Kayın Ormanı”, “Yiğidim Aslanım”, “Sevda Değil”, “Belalım”, “Özgürlük”… Hepsi, ayırt ettirmeyin bana.

Konserlerinizde dinleyenleriniz, bestelerinizi hep bir ağızdan söylerken neler hissediyorsunuz sanatçı mı yoksa politikacı kimliğinizle mi duruyorsunuz?  
Sanatçı kimliğimle tabiî ki. Politikacı kimliğiyle olmaz o. Politikacı belki halka doğruları pek söylemediği için ordadır, sanatçı ise doğruları en derin şekilde söylediği için ordadır. Benim kimliğim sanatçıdır. Politikada hiçbir şey talep etmedim, politika yapmakta istemedim. Bana yapılan ısrarlarla Türkiye’deki demokrasi ve insan haklarını genişletmek adına çalıştım. Yoksa kusura bakmasın kimse ama halkın önünde oluşan birlikteliğimizi hiçbir makam veremez. Makamlar geçici çünkü. Makamlar geçiyor, insanlar kalıyor. Hiç düşünebilir misiniz, Bursa Valisi Nazım Hikmet ya da Adana Emniyet Müdürü Yaşar Kemal, Başbakan Yunus Emre… Başbakanlar gelir gider, Yunus Emre kalır. Yunus Emre döneminde onun hükümdarı kimdi bilir misiniz? Onun için sanat çok uzun vadeli bir ilişki biçimidir halkla. Onun yerini hiçbir şey tutmaz. Kimseyi küçümsemek için söylemiyorum, onlarda saygıdeğer görevler yapıyorlar ama kendi hayatımda sanatın yeri çok ayrı.

Politikayı hiçbir zaman yapmak istemediğinizden söz ettiniz. Sanatçı kimliğinizle nasıl bakıyorsunuz politikaya?
Bizim kuşağımız zaten siyasetle iç içe yetişti. Biz siyasetle ilgilenmesek bile, siyaset bizimle ilgilendi. Kendimizi bildiğimiz, aklımızı başımıza toplayıp, kitap okumaya başladığımız anda siyaset bizimle ilgilendi ve o soğuk savaş denilen zalim dönemde Sovyetler Birliğinin komşusu olan ve farklı bir bloka dahil olan ülke olarak ülkedeki sol eğilimleri tamamen kaldırmak için bir harekat yürütülüyordu. Bu harekâttan herkes nasibini aldı, bende öyle. O yüzden de benim şarkılarımda politikanın yansıması tesadüf değil. Günlük politikaya inecek olursanız 1994 yılında, o zaman iktidar ortağı SHP idi. İstanbul’da oyları %8’e düşmüştü. Belediye Başkan adaylığına kabul et dediler. Bir aydan fazla direndim. Ama öyle çok ısrar ettiler ve sorumluluk duyguma seslendiler ki bende girdim ve onların oylarını %22’ye yükselttim. Bu aslında o dönemin gazetelerinde yazılan bir şeydir. Fakat benim hiç hoşlandığım ve sevdiğim bir şey olmadı. Sonra da milletvekili oldum. Ama politikayla değil, kültür yoluyla toplumu dönüştürmeye ve daha iyi bir dünyaya varmaya çalışmak çok daha etkili.

 Uluslararası kültür çevrelerinde bulunuyorsunuz. Batılının gözünde nasıl bir yer Türkiye?
Maalesef çok kötü. Ömrüm boyunca Batılıların Türkiye’ye karşı olan ön yargılarına karşı koymaya çalıştım. Türkiye’de de Batılılara olan ön yargıya karşı koymaya çalıştım. Türkiye’yle ilgili imge çok kötü. Batı’da katıldığım açık oturumların çoğundan kavga ederek çıktım. Çünkü, adamlar Türkiye’ye hakaret etmeyi doğal bir hale getirmişler. Zaten öyle de zannediyorlar. Maalesef, oraya giden bazı aydınlarımız da onlara katılıp, kendi ülkelerine karşı çıktıkları için ona da alışmışlar. Geçenlerde Almanya’da bir açık oturuma katıldım. Avrupa Birliği ve Türkiye konusunda çok üst düzey bir toplantıydı. Biri; “Ben Türkiye’yi çok severim. Köşedeki Türk bakkal, iyi sosis, sucuk satıyor.” dedi. Bende sonra çıkıp “ Ben size bütün bir Alman kültürünü Goethe’yi, Mozart’ı, Beethoven’i bir sosise indirgemiyorum. Sizde bunu yapamazsınız. O zaman sosis, sucuk diye konuşalım. Dede Efendi, Mozart diye konuşalım. Kategori karıştırıyorsunuz.”dedim. Sonunda sevimsiz gibi geliyor ama Türkiye’yi eleştiririz biz. Eleştirdiğimiz için hapis yattık, sürgünde kaldık, yasaklara uğradık. Ama biz burayı eleştirme hakkına sahip olan insanlarız, bedel ödedik ve kendi toplumumuz daha iyi olsun diye eleştiriyoruz, hakaret etmek için değil. Ama bu Türkiye’yle ilgili art niyetler ya da önyargıları olan insanlara gidip yaltaklanmak ve orada kendi ülkeni sövmek değil. Bunları çok iyi ayırmak lazım. Benim kadar da dışarıda kendi ülkesini savunan insan da az olmuştur. 

Bu bağlamda Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecine ilişkin görüşleriniz neler?
Avrupa Birliği ile ilgili çok yazı yazdım ve insanları çok uyarmaya çalıştım. Çünkü Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi üyesiydim. Avrupa Parlamentosunda konuşmalar yapıyordum. Çok arkadaşım var. Türkiye’ye gelip gidip giden AB yöneticilerinin hemen hemen hepsi benim eski arkadaşlarım. Onlarla konuştuğum zaman ben Türkiye’nin AB’ne tam üye olamayacağını görüyordum ve insanlara da diyordum ki beklentiyi çok yükseltmeyin. Hatırlarsanız, hükümetin bir Brüksel dönüşü vardı, hava fişekli törenler yapıldı. AB’ne giren hiçbir ülke böyle kutlama yapmadı. Bende hep şunu yazmaya çalıştım. En az 20 yazım ve konuşmalarım vardır. “Halkın beklentisini yükseltmeyin. Herkes AB’ne gerçekten girdik ve hemen kapılar açılacak, iş bulunacak, Avrupalı olacağız, gelir yükselecek diye düşünüyor. Doğu’daki çobandan, Batı’daki çiftçiye kadar herkesin fikri aynı. Yarın, bunun olmadığı anlaşılırsa, hayal kırıklığı çok derin olur. Bu da insanları yalnızlık duygusuna ve aşırı Avrupa tepkisine yöneltir. Türkiye, kendi içine kapanır ve aşırı milliyetçi tepkiler gösterir.”dedim. Doğru söylemenin faydası olmuyor, insanlar dinlemiyor ve hayale kapılıyorlar. Ama bugün o hayalden, rüyadan uyanma zamanı. Türkiye AB’ne tam üye olamaz. Yıllardır ben bunu biliyorum ama tam da kopamaz. Özel bir ilişki götürecek. Başka çaresi yok. Özel ilişki, bizi aşağılayan bir şey olmasın, biz diyelim ki “Ben büyük bir ülkeyim. 70 milyonluk bir imparatorluktan gelen, büyük bir interlandım var. Kafkaslar, Orta Doğu, Orta Asya. Benim özel bir durumum var. Ben bir bölge devletiyim. Gel seninle masaya oturup özel bir ilişki yapalım.” Bunu söyleyin de halkın da onuru çok kırılmasın istedim ama her doğruyu anlatamıyorsunuz.

 Kuruçeşme gecesinde Nükhet Duru, size bu işin ilk 35 yılı zordur demişti. Söyleşimizin sonunda son olarak; ikinci 35 yıl için neler söylemek istersiniz?
İnsan ömrü sınırlı. Ben 60 yaşındayım. 10 yıl sonra seçim derken, ben katılmayacağım, parlamentoya girmeyeceğim bir daha diye konuşurken geçecek. Siz daha orta yaşınıza yaklaşmış bir insan olacaksınız, ben 70 yaşında olacağım. İnsan bulunduğu dönem içersinde ilkelerinden sapmadan, kendi temel ilkelerinden taviz vermeden ne yapabilirse onu yapmalı ve eser vermeye devam etmeli. Ama benim 35 yılı yapmaktan şöyle bir amacım var. Birkaç kez yazdım bunu ve sanatçı arkadaşlarım çok etkilendi. Yaşamın bir kuralı var. Bakıyorsunuz evinizdeki bir saksıda bile üst yapraklar filiz filizken alttakiler sararıyor, aşağıya doğru düşüyor. Aşağıya doğru boynunu eğen yaprağın en tepede en yeşil olacağım diye ısrar etmesi doğru bir şey değildir. Çünkü insanlar yerini bırakır ve geçer. Siz belli bir olgunluğa ve belli bir başarıya geldiğiniz zaman artık doygun olmanız lazım. Hep ben en önde olayım, bu gençleri de bertaraf edeyim sakat bir duygudur. Bazı insanlarda var, görebiliyoruz bunu. Sizin artık sahnede değerlendirilenden çok, değerlendiren jüride olmanız lazım.

Notalar, düşünceler, ak sayfalar, yazılar ve ödüller… Bir ömür dolusu sanat ürünü… Önünü kesmek istemediğin gençler size ne kadar teşekkür etse azdır sevgili Zülfü Livaneli…

ZÜLFÜ LİVANELİ’NİN BİYOGRAFİSİ
20 Haziran 1946'da Konya-Ilgın’da doğan Zülfü Livaneli, müziği ile birçok ulusal ve uluslararası ödül aldı ve eserleri Joan Baez, Maria Farandouri, Maria del Mar Bonet gibi onlarca yerli ve yabancı sanatçı tarafından yorumlandı. 300’e yakın besteye ve 35 film müziğine imza atan Livaneli, bugüne kadar üç uzun metrajlı film yönetti; ‘Yer Demir Gök Bakır’, ‘Sis’ ve ‘Şahmaran’. Valencia Film Festivali'nde ‘Altın Palmiye’ ve 1989'da Montpelier Film Festivali'nde ‘Altın Antigone’ ödülüne layık görüldü. ‘Sis’, 'En iyi Avrupa Film Ödülü'ne aday gösterildi. Sanatçının filmleri Türkiye, ABD, Fransa, Almanya, İsviçre, ve Japonya'da gösterime girdi ve BBC, WDR, İspanya, Kanada ve Japon televizyonları gibi birçok televizyon şirketine satıldı. Ekim 1986'da Cengiz Aytmatov'un daveti üzerine Federico Major, Yaşar Kemal, Arthur Miller ve diğer ünlü sanatçı ve düşünürlerin katıldığı Kırgızistan ve daha sonra Wengen, Granada ve Mexico City'de toplanan Issyk - Kul Forumu'nda yer aldı. Livaneli, Elia Kazan, Jack Lang, Vanessa Redgrave, Arthur Miller, Mikhail Gorbaçov gibi ünlü kişilerle birlikte dünya kültürünün ilerlemesi ve dünya sanatlarının gelişmesine katkıda bulunmak üzere çalışmalarda bulundu. 1996 yılında Paris’te merkezi bulunan UNESCO (Birleşmiş Milletlerin Eğitim Kültür Bilim Kurulu) tarafından büyükelçilik verilen sanatçı, 1978 yılında yaptığı 'Nazım Türküsü' adlı albümde Nazım Hikmet'in şiirlerinden bestelediği şarkıları bir araya getirdi. ‘Arafatta Bir Çocuk’, ‘Geçmişten Geleceğe Türküler’, ‘Sis’, ‘Orta Zekalılar Cenneti’, ‘Diktatör ile Palyaço’, ‘Sosyalizm öldü mü’, ‘Engereğin Gözündeki Kamaşma’, ‘Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm’, ‘Mutluluk’ ve ‘Leyla’nın Evi’ kitaplarının yazarı olan Livaneli, hâlen Vatan Gazetesi'nde köşe yazarlığına devam etmektedir. Sanatçı uluslararası kültür çevrelerinde tanınmakta ve saygı görmektedir.

UNUTULMAZ BİR GECEYDİ
Kültür, sanat ve politika alanında ülkemizin önemli sanatçılarından biri olan Zülfü Livaneli, sanat yaşamının 35. yılını Kuruçeşme Arena’da görkemli bir geceyle kutladı. Sunuculuğunu Sunay Akın’ın yaptığı, edebiyat dünyamızın kilometre taşı Yaşar Kemal’in konuşmaları ve yazar Selahattin Duman’ın esprileriyle renk kattığı gecede; Ajda Pekkan, Sezen Aksu, Ferhat Göçer, Nilüfer, Nükhet Duru, Beyaz, Zerrin Özer, Yavuz Bingöl, Aylin Livaneli, Sevingül Bahadır, Hakan Aysev, Hüsnü Şenlendirici ve Özcan Deniz, Ferhat Livaneli orkestrası eşliğinde sevilen Livaneli şarkılarını seslendirdi. Yaklaşık 5 bin kişinin katıldığı geceyi dinleyicilerin arasında izleyen Zülfü Livaneli, zaman zaman sanatçı dostlarına eşlik etmek için sahneye geldi ve finalde de tüm sanatçı dostlarıyla birlikte “Leylim Ley” parçasını seslendirdi.
Unutulmaz bir gece yaşadığını ifade eden usta sanatçı, daha sonra yazdığı köşe yazısında şu sözlerle de teşekkür ediyordu: “ ‘İyi ki bu ülkenin sanatçısıyım. İyi ki bu güzel halka aitim. Çektiğimiz hiçbir şey boşa gitmemiş’ dedirten herkes sağolsun…”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder